Emin Türk Eliçin’in Biyografisi
Emin Türk Eliçin, 21 Mart 1906’da Nevşehir ili Avanos İlçesi Genezin (Özkonak) beldesinde dünyaya geldi. Hali vakti yerinde, bağnaz olmayan bir hocanın dokuz çocuğundan biridir. Babasının yönlendirmesi ile 7 yaşında hafız olur ve Nevşehir’e din eğitimi için yollanır. Fakat Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan, yeni eğitime inanan babası onu Niğde Muallim Mektebi’ne kaydettirir.
Emin Türk, zamanın koşulları gereği, Niğde, Ankara, Konya ve İzmir’de okur, son olarak İzmir Muallim Mektebi’ni çok parlak bir öğrenci olarak bitirir. Eğitime ve öğretime büyük bir önem verir.
Bu idealle, 1927’de öğretmen ordusuna katılır. O günleri şöyle ifade eder:
“İzmir İlk Öğretmen okulunu bitirdiğim zaman, kendime, baştan sona Cumhuriyet tarafından yetiştirilmiş, iliklerine kadar onun fikirleriyle dolu genç bir havari gözüyle bakıyordum.” Fakat, idealist demokratlığım ilk kuvvetli darbeyi, okulu bitirdiğim 1927 yılının yazında yedi…”
1927 yazı seçim dönemine denk gelmiştir. Adayların hilekarlığı, adaletsiz davranışları ve tehditkar tavırlarıyla birlikte oy sandıklarında dönen oyunlar idealist bir eğitimcinin demokrasiye olan inancına indirilen ilk darbeler olur.
Ankara Çubuk İlköğretim Okulu’nda göreve başlar. Bu okulda 7 yaşındaki çocuk ile 17 yaşındaki genç aynı sınıfta okumaktadır ve dolayısıyla birçok problemler doğmaktadır, Bürokrasinin Osmanlı’dan kalma hantallığı sürmekte, ağanın, eşrafın sözü geçmekte, öğretmen hiçe sayılmaktadır. Babasının konumundan güç alıp Emin Türk’e hakaret eden 17 yaşında bir ağa çocuğunu sınıftan atmak zorunda kaldığı için öğrencinin hatırlı babası tarafından “Muallim bey, muallim bey, 15 gün sonra sen burada yoksun.” Sözleriyle sınıfta öğrencilerinin önünde tehdit edilir.
Emin Türk gözlemlediği bu aksaklıkları, yaşanan problemleri, ayrıntılarıyla, dönemin Milli Eğitim bakanı Mustafa Necati’ye yazdığı uzun mektupta özetle şöyle anlatır:
Durumundan memnun musun? Derseniz: Önüne bir engel, bir pürüz çıkınca engin tarafa kıvrılıveren suyun doğasında olanlar için belki evet… Fakat ülkemin feci durumunu gören, varılacak hedefinde kendisi gibi birkaç genç neslin hayatının özünü tüketmedikçe teslim olmayacak, güneşli günler ideali olan bir Türk genci için ise asla… Çünkü o, yarıp yırtan, delip geçen ve durmayıp koşan tren gibidir. Trenin bacasından o kirli homurtuyu çıkaran islim, gencin kalbinde ıstırap ve heyecan şeklindedir…”
Ağa tarafından tehdit edilen Emin Türk, gerçekten de 15 gün sonra Kayseri’ye, Zincidere Yatılı Öksüzler Okulu’na sürgün edilir.
Sürgün kararından hemen sonra yaşadığı durumu şöyle ifade edecektir,
” o mektup benim kayseri şehir yatılı okuluna naklime sebep olduğu zaman, aylardan beri gerilmiş olan sinirlerim, öğrencilerimle vedalaşırken birdenbire boşandı ve hıçkırarak ağlamaktan kurtulamadım…”
Cumhuriyete, demokrasiye gönül vermiş genç öğretmenin idealleri artık giderek artan darbeler almaktadır. Öğrenciliğinden beri çok kitap okuyan Eliçin giderek Avrupa ve Osmanlı tarihi, Cumhuriyet rejimi, ülkenin savaş sonrası koşulları, geçiş dönemi üzerine okumalarını yoğunlaştırır. Daha sonraki araştırmacı kimliğinin temelleri bu birikime dayanmaktadır. Yeni okula göreve başladıktan kısa süre sonra müdürün okulu kendi çiftliği gibi yönettiğine tanık olur. Buradaki birçok öğretmen müdürün baskılarına boyun eğerken, o müdürü eleştirir. Milli Eğitim kural ve ilkelerini savunur, uygulatmak için uğraş verir. Giderek müdürle ipler iyice gerilir.
Emin Türk yine “rahat” durmamıştır, işleyen düzensizliğe yine çomak sokmuştur ve o günleri şöyle anlatır:
“15-20 öğretmenli büyük yatılı okulda yine demokrasi fikri için, bürokrasiye karşı savaştım. Öğrenci mümessillerini bile içine almak istediğim “Öğretmenler Kurulu”nu okulun parlamentosu haline getirmeye çalışıyordum. Oysaki bu meclis talimatnameye rağmen müdürlerce hiçe sayılıyor, bazen aylarca toplanmıyordu… Bir buçuk yıllık yıpratıcı bir çabadan sonra itiraf etmek zorunda kaldım ki, emeğim realitede gözle görülür bir değişiklik meydana getirmemişti.”
İdealist demokratlığının ilk kuvvetli darbeyi aldığı yer olan köyünü yaz tatilinde ziyarete gider. Önceden gördüğü manzara değişmemiştir daha da ağırlaşmıştır.
Vurguncu faizleri, yeni şartlara uymuş eski ağalar, hükümet nüfuzunu eline alarak zulüm yapanlar, doktorsuzluk, bir solucan ilacını almak için köylünün iki gün yol teperek şehre gitmesi, zorla kız alıp vermeler, imam nikahıyla evlenip şartlı boşanmalar olağandır.
Belli değerlerden gittikçe uzaklaşmaktadır artık.
“Adlarını şimdi bile koyamadığım hislerle, hiçbir belli hedefim olmaksızın, kalkıp Ankara’ya geldim. Ne Avrupa’ya gitmek ihtimali vardı ne bir şey! Kendi kendimi aldatmak için uğraşa didine okullar müzesi müdürlüğünün açtığı “tahnit” kursuna girdim. Kurs bitmeye yaklaştıkça kederim de artıyordu.” , duygusuna kapılmaya başlar. Gittikçe uzaklaşmaktadır. Eski şartlar içine dönmek istemez artık, çünkü sığmıyordu o kaba…
Okumaya başladığı “Resimli Ay” dergisinden etkilenir, kendini ona doğru çeken bir şeylerin olduğunu düşünür ve İstanbul’a gitmenin yollarını arar.
“İstanbul’a gitmek için jimnastik kursuna girmek istesem olmaz mıydı acaba? Beni tanıyanlar bu sporculuk hevesine gülerlerdi; fakat içimden gelen baskı beni, hatta gülünç olmaktan daha fazla fedakarlığa katlandıracak kadar zorluydu…” diye yazar.
Yaz tatilinde İstanbul’a gelir. Yaşadıkları onu üzmekte, yeni umutlar, açılımlar aramaktadır.
“Vardım İstanbul’a. Resimli Ay’da, putları kırmaya kalkan bir cesaret, erkekçe güzel haykırışlar görmüştüm. Birkaç kez kapısından korkak adımlarla geçtiğim matbaaya bir gün giriverdim. “Köylü bir öğretmenin saygılarını sunmaya geldiğini” söylediğim gözlüklü, Amerikalıya benzer bir adam Zekeriya Sertel beni iltifatla karşıladı, iyi giyinmiş güzel bir kadını “Karım Sabiha” diye, ortada dolaşan dev cüsseli, çemrek kıllı kollu, mavi gözlü, kızıl kıvırcık saçlı adamı “Şair Nazım Hikmet” diye tanıttı. Üzerimde iyi bir etki yaparak benimle konuştular. Bir aralık Sabiha hanım bana: “Dergimizde yayımlamak için yazınız yok mu?” diye sordu. Yok demeye utandım, var dedim; halbuki o güne kadar yayımlamak düşüncesiyle bir tek satır bile yazmamıştım. O gece otelde kaleme sarılıp beni tutuklatıp mahkemeye götürecek olan “Köyümde Neler Gördüm” yazısını yazdım…”
Ertesi gün yazı beğenilir ve dergide basılır. Bu arada, Emin Türk, Selim Sırrı Tarcan’ın yönettiği jimnastik kursuna girer ve oradan diploma alır.
“Köyümde Neler Gördüm” makalesinden dolayı Emin Türk, Sabiha Sertel ve yazı işleri müdürü Behçet Bey mahkemeye verilir. Emin Türk “35 gün” tutuklu kalır.
“Duruşma ve sorgu için mahkemeye götürüp getirirken de elime zorla kelepçe taktılar. Tevkifhanede öğrendiğim şeyler benim saf idealistliğimde tamiri mümkün olmayan gedikler açtı. Getirdiğim köylü savunma tanıklarımın yazıma konu olan gerçekler üstüne söz söylemelerine müsaade edilmedi ve savcı benim “yazıyı heyecanla yazmış olduğumu” söylememi bir itiraf telakki etti. Bu hukuk cambazlığına pek içerledim. Sonra ekseriye komünistler hakkında uygulandığını öğrendiğim maddenin dili bana tuhaf bir etki yapıyordu. “Sınıf ve tabakalı halkı yek diğeri aleyhine tahrik ve kin ve adavete tahrik…” Bu ne demekti ve benimle ne ilgisi vardı? Demokrasi bütün halkı kucaklayan, sınıfları kaldıran bir rejim değil miydi? Ben bu işte bu sınıf ve tabakasız toplum namına konuşmamış mıydım?”
Karşılaştığı her olay, tanık olduğu her mesele, açılmış olan gedikleri daha da büyütmektedir. Gönül verdiği, büyük umutlarla sarıldığı kimi değerler tükenmeye doğru giderken önünde yeni ufuklar açılmaya başlamıştı.
“Resimli Ay” yazarlarıyla düşüp kalkmaya, Babıali münevverliğini tanımaya başladım. Evrimin bir hat üzerinde değil, bir daire çevresinde cereyan ettiğini, bundan dolayı “ileri geri” kavramlarının insanlığın çocukluk devresine has, boş inatlardan olduğunu savunan Peyami Safa ile “diyalektik materyalizm” diye direnen Nazım Hikmet’in şiddetli tartışmalarına kulak verdim. Okumaya olan tutkum yeniden alevlendi. Fransız Büyük İhtilali’ni, kafama yeni giren “sınıf mefhumu” ile yeniden gözden geçirdim…”
Sabiha Sertel ve Emin Türk etkin savunmalarıyla beraat ederler. Artık maarif camiasında solcu bir aydın olarak ünlü ve mimlidir. Bu arada, Adana’ya Beden Eğitimi öğretmeni olarak atanır. Katıldığı bir öğretmen topluluğunda Nazım Hikmet’ten şiirler okur ve büyük coşku ile alkışlanır. Fakat haber Ankara’ya isyana teşvik girişimi olarak ulaşır ve Eliçin açığa alınır, artık öğretmenlik mesleği sona ermiştir.
Öğretmenlikten tasfiye edildikten sonra, kafasındaki bilgi ve düşünceler yapısı köklü bir değişime uğramaya yetmişti artık.
Anadolu’dan sözcük derleme konusunda radyo duyuruları yapıldığında Emin Türk öğretmenliğine son verilmiş olan 26 yaşında bir genç olarak hemen köyüne dönüp köy evinin damına kurduğu çadırda altı ay çadır hayatı yaşayarak annesi ve yöre halkından sözcük derler. Ankara’da Milli Eğitim Bakanı bu gencin 900 sözcük derlediği kitapçığı önemser ve 1933 ilkbaharında Türk Dil Kurumu’nda mümeyyizliğe tayin edilir. Kısa sürede Cemiyet üyeleri Besim Atalay, Ahmet Cevat Emre, Kazım Nami Duru, Hasan Ali Yücel ile dostluklar kurar.
Asker oluncaya kadar, bir yandan folklorla uğraşır, bir yandan da sıkı bir şekilde okumaya devam eder.
Askerliğini İstanbul’da yedek subay olarak yaparken, eline geçen boş zamanını Almancasını ilerletmeye ayırır. O dönemini şöyle anlatır; “Kadrocular tarafından ileri sürülen ‘Kemalizm’ ideolojisi ile askerlikte esaslı olarak ilgilenmeye başladım. 1933 ilkbaharında kendisi bir “kadro” sempatizanı olan Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından bir bakanlık mümeyyizliğine tayin edildiğim vakit yurdumun gizli-açık bütün “fikir hareketleri” ile tanışmış bulunuyordum. Hatta Reşit Galip’in kimseye açıklamamış olan “Köycülük Davası”nı da özel olarak öğrendim.”
Eliçin, “Kemalist Devrim İdeolojisi” kitabında “Kadro’nun 30’lu yıllarda çıkan, “Kemalizm’i oldukça özgün ve yeni bir açıdan incelemeye çalışan bir dergi olduğunu yazar ve bu derginin görüşlerine de yer verir.
Emin Türk, eline ilk para geçtiği yıllardan beri önce kardeşleri ile başlayarak, köyünün yetenekli çocuklarını Ankara’da okutma uğraşı içindedir. Suat Taşer, daha sonra eşi olan Asiye Özdemir (Eliçin), İbrahim Erden bunlar arasındadır.
1935 başlarında kendi olanaklarıyla Almanya’ya tahsile gider Dünyaya açılmak arzusundadır. Goethe Enstitüsü’nde dil eğitimi görür, bu arada siyasal bilgilere devam eder, Nazi hocalarla cüretli tartışmalara girer. 1937’de hem ortamın iyice kötüleşmesi, hem de parasızlık nedeniyle yurduna döner. Aynı yıl Nazi Almanya’sından kaçan ve Ankara Devlet Konservatuvarı’nda hocalık yapan Karl Erbert’e Sabahattin Ali’yle birlikte oyun seçimi, sahneleme ve çeviri konularında asistan tayin edilir. 8 yıl bu görevde bulunur. 1944’te Asiye Eliçin ile evlenir. Ve üç ay sonra siyasi baskılar nedeniyle dönemin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından görevine son verilir.
Bu sürgünler, baskılar, zulüm ve sindirmeden nasibini alan sadece Emin Türk olmadı. Asiye Eliçin, “Emin Türk’ün evladı manevisi olarak Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsünde öğrencilere, Karamazof Kardeşler, Kadın ve Sosyalizm gibi kitapları okuttuğu, Komünizm propagandası yaptığı…” gerekçesiyle tutuklanıp 105 gün cezaevine kapatılır.
Artık uzun işsizlik yılları başlar. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Dünya Klasikleri Dizisi’ne yaptığı 4 ciltlik “Yeşil Heinrich” çevirisinden sonra “Ölümsüz Ülkeye Doğru” adlı kitabı çevirir, ama yeni Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından uzun süre bekletildikten sonra geri çevrilir. Geçimlerini Etel, Edip Ekinci ve Çorumlu İbo takma adlarıyla gazetelere yazdığı yazı, yaptığı çeviriler ve Asiye Özdemir Eliçin’in terziliğiyle elde ettikleri gelirle sürdürmeye çalışırlar.
1951’de bir buçuk yıl Yozgat’ta tarımla uğraşırlar. Bir mevsim ürün aldıktan sonra ağanın ve ortaklarının çıkar oyunları yüzünden çiftliği bırakır, Ankara’ya, bir yıl sonra da İstanbul’a, oradan da Samsun’a giderler. Burada liman inşaatını yapan Türk-Alman firması RAR’da 6 yıl mütercim olarak çalışır.
Emin Türk bu yıllarda Almanya’dan birçok değerli kitaplar getirir. Bunlardan yararlanarak “Tarih Taraması”nı hazırlar. 1960 sonrası İstanbul’a dönerler, göreceli bir özgürlük ortamı vardır. Fakat bu göreceli özgürlüğe rağmen Emin Türk yazılarını yayınlatmada güçlüklerle karşılaşır. Yeni Tanin Gazetesi’nde yayınlanmaya başlayan yazıları, gazete patronunun sakıncalı görmesi nedeniyle kısa bir süre sonra durdurulur. Şükran Kurdakul’un çıkarttığı Eylem Dergisi’nde yazmaya başlar. Bu yazı dizisi ise 1965’de mahkemelik olur. Bilirkişi olan Sulhi Dönmezer’in “Yazarın dilinin altında bir şey var ama açıklamak istemiyor.” Kehaneti ile yazının yayını durdurulur. Yargılama sürerken, “Kahrolan kuşağın güçle direnen örnek aydınlarından biri.” olan Emin Türk Eliçin, ardında çileli ve zorlu bir yaşam öyküsü bırakarak, kafasındaki tüm birikimleriyle 16 Mart 1966’da “sanık” olarak yaşama veda eder. Ölümünden 4 yıl sonra bu yazılar beraat eder ve kitap halinde basılır.